Mona, ilk diyabet hastalığının çıktığı bu yerde, damağını yaran kuraklığa karşı direniyordu. Ülkesinden çok uzak bu iklime doktora tezi için gelmişti. Gününü geçirdiği yarı karanlık, tozdan bulutlu kütüphane dimağını bulanıklaştırmaya yetmişti.
Otel’in önü yoğun uğultulu, telaşlı ses tonlarının tınısıyla akşamın sekizi gibi değil de hızlı bir işgünün sabahını karşılıyor gibiydi. Kapının dışında, sigara dumanlarının havada sis bulutu gibi asılı durduğu yerden geçerken, başı iyice dönmeye başladı. Uğultular arasından bir ses kulak zarını yırtar gibi…
“Teslimatınızı aldık, ikinci katta otuz dört no.lu odadan alabilirsiniz.” diye yankılandı.
Dalgınca bir “bakışla” onayladı.
Asansöre binmek yerine asma merdivenin granit basamaklarını tırmanarak, keskin dönemeçlerinden geçti. İkinci kata çıktığında neon lambalarından her biri aynı anda yanmadığı için ayaklı yapay çiçekliklere çarptı. Yarı karanlık koridor, küçük kapıların sıradanlığıyla birleşince ruhunu teslim ediyor gibiydi. Olduğu yönden başka bir koridora girdi. Boydan boya geçen bir ışık şeridi duvarlarda asılı çerçeveleri görmesini sağladı. Kiminde doğa resimleri, kiminde toprağı yaran tohum, kiminde şimşek resmedilmişti. Rüyaya dalan bir heykel gibi kalakaldı.
Koridorun girişinden gelen kahkaha mı yoksa başka türden bir ses mi anlayamadığı tuhaf sesle irkilip sendeledi. Arkasına döndüğünde sanki kartonpiyerden yapılmış gibi hafif aralık bir kapıya çarparak yere yuvarlandı. Ses beyninin içinden geliyor gibiydi. Elinde bıçağıyla kadını iteleyen adamı gördü.
Amigdalasından bombalı bir saati andırırcasına çıkardığı tik tak seslerinin verdiği emirle ilk gördüğü dolabın içerisine girdi. Düşürdüğü gözlüğü aklına gelirken “Allah kahretsin!” diye lanet okudu. Dolabın kapağını aralayıp gözlüğünü alması için acele karar vermeliydi. Ancak beyninin içinden yayılan sisli bozuk yeşili stres hormonu nefesini kesiyor, olduğu yerde çakılıp kalmasına neden oluyordu.
Kahkahaların sahibi olan kadın; giydiklerine bakılırsa bir fahişeden çok sıradan bir ev kadınına benziyordu. Sadece vücut dilinden ne iş yaptığı anlaşılıyordu. Kadın kollarını uzatıp adamı kendisine çekti. Adamın yetmişli yıllardan kalma dar paçalı pantolonu, desenli gömleği ve fırça kılını andıran saçlarına bakılırsa geçmişe takıntılı biri olmalıydı. Mona gördüğü bu manzaradan sonra, elinde tutmuş olduğu bıçağın aralarındaki fanteziden başka bir şey olamayacağının kanısına vardı. Kadın, kollarını daha ileri uzatarak boynuna sarılıp havayı kokladı, kulağına fısıldadı ama Mona kadının her sözünü duymak için adeta kulağını yapıştırır gibi dolabın kapağına usulca yasladı.
“İyi ama bu kadar zahmet, sebebi neydi? Neden buralara kadar geldik, evinde olabilirdik?”
Adam korkunç bir sessizlikle yanıt verdi.
Mona kapağı daha fazla oynatamazdı. Kalan aralıktan olanı biteni görmeye çalıştı. Yayılan olumsuz koşullarla birlikte güçlü bir şehvet duygusu etrafı kaplıyordu. Dizini yatağın kenarına dayayıp vücudunu kıvırarak dans ettiren kadın adamın vücudunu sıvazladı. Siprittiz şovların eşliğinde başlayan cesetlerin çıplaklığı bu atmosferi dayanılmaz kılıyordu. Mona elleriyle midesinden gelen ekşi suları bastırmaya çalıştı. İnsanı pek rahatlatmayan detaylarla, insan dışı bir bütünlük oluşturuyordu. İğrenme duygusu, bıçak, düşen gözlük, saklandığı yer ürkütücü bir korku salgılamasına neden oldu. Sinirinin bozulmasıyla akan gözyaşları ve hıçkırıkları inlemelerine karışıyordu. İçeriyi saran keskin puro ve meni kokuları çıktıkları gezintinin son bulduğunun habercisiydi.
Kadının içi üzüntü dolmuş gibi sızıp kalmıştı, mahsur kaldığı dolaptan her ikisi de uyursa çıkabilirdi. Fakat Adam, solgun, derin çizgili küçük yüzünü kadının güzelliğini görmek için üstünden ayırmıyordu. Odadaki simetrik çizgiler, ürkütücü renkler, anlaşılmaz şeyler ve buna karşılık başka bir ayrıntı daha dikkatini çekti, odada güçlü bir kimyasal kokusu vardı.
Adam, çantasından çıkardığı antiseptik malzemeyi döktüğü sargı beziyle kadının ağzını ve burnunu siliyordu. Elinde tuttuğu neşter ile adamın henüz ne yapacağını düşünemeden, kadının göğüs altlarından kesikler açtığını gördü! Adam tam bir akıl hastası olmalıydı, akan kandamlalarını gözyaşlarıyla izliyordu. Sızan kandamlaları kurumaya yüz tuttuğunda aynı yere yeniden neşter atıyor, taze kanlar akarken bir yandan da tuvale resmediyordu. Adeta kanın akışına ayak uydurmak için aynı hızı yakalayıp fırçasını orkestra şefi edasında konumlandırıyordu. Mona korkunç bir kâbusun içinde olduğunu ve biteceğine inanmak istese de kâbus bitmek bilmiyordu. Gözünün önünde işlenen bu canice işkenceye eli kolu bağlı tanıklık edemezdi.
Mona, gözlerini bu katı ve güzel yüzden ayırmıyor, “özür dilerim” diye fısıldıyordu, kâbusun içerisinde sonsuzluk girdabında tüm hızıyla düşen zavallı gibiydi. Adam usta bir ressam ve seri katildi,”vücudun ve tutkunun ilişkisi adlı çalışma” diye yazarak altına imzasını atarken şahit olduğu cinayet sahnesi olmasa adama “Salvador Dali” denilebilir diye düşündü. Adeta kutsal ritüel rahatlığında, purosunu içine çekerek, üflediği dumanın aldığı şekilleri seyrediyordu.
Mona içinde tutamadığı hıçkırıklara mani olmak için sıkı sıkıya ağzını bastırdığı ellerinin uyuşup, morarmaya yüz tuttuğunu hissediyordu. Çığ gibi içinden dışına doğru yayılan hıçkırıklara mani olamıyordu. Baktığı her an daha da korkunç sahnelere şahit oluyordu. Artık su götürmez bir gerçeklikle karşı karşıyaydı. Adam dolaba doğru bakıyordu! Sanki göz göze gelmişçesine içi ürperdi. “Hayır, olamaz, burada bu şekilde can vermek istemiyorum” diye içten içe haykırdı. Adam duyduğu tiz seslerin takibi için odada gezinmeye başlamıştı bile.
Kapının girişindeki gözlüğü fark etmişti. Bakışlarını omzunun üzerinden dolaba doğru dikmiş, gözlüğü elinde ağır çekimde evirip çevirirken Mona, yıllardır morg da kalmış ceset gibi kaskatı kesildi. Saçlarının dibinden süzülen ter damlaları gözlerini yakıyor, gözyaşları susuzluğunu giderircesine akıyordu. Ne yapacaksa hemen yapmalı ve bir an önce hızlı davranmalıydı, kafasında canlandırdığı sahneye tanıklık etmenin vakti değildi. Beynini harekete geçiremeyen komut her şeyi geciktiriyordu. Adamın elleriyle tuttuğu gözlüğü dolabın aralığına kadar gelmişti.
Mona tuttuğu nefesiyle aniden hareket etti. Dolaptan fırladığı gibi adamla göğüs göğse geldi, damağına yapışan küçük dili çığlık atmasına engel olmuştu. Mona tüm hızıyla kapıya doğru gitmeye çalışırken, ayak bileklerinde buz gibi elleri hissetti. Ellerine yapışan kan lekelerini, damarlarının içine sızan sıcak sıvının etkisiyle düşen gözkapaklarının altından izledi. Siyah noktacıklar dans ediyor ve sendeliyordu, Mona kendi kâbusunun içine gömülüyordu.