Bir ses duyduğun. Her gün yaşadığın aynı insanların sesleri, evet o sesler kulak hafızasındaydı. Her gün duyuyordun o sesi, ya bir gün, bir gün göremez ve duyamazsan, ses sana uzun süre sonra geri geldiğinde, önce kim olduğunu tanıyamazsın belki ama kalbin o sesi çok iyi tanırdı. Vurgusundaki nidalarından, ses sana en çok seni nasıl hissettirdiğini ve sende hangi duyguda aktive olduğunu hissettirebilirdi.
Böyle düşündüğü bir gün seslere dikkat kesildi, nasıl da etrafındaki ses tonlarını ezberlemişti ve hiçbir ses, diğer bir sese benzemiyordu. Taklit edilmesi dahi, bir analizden sonra açığa çıkardı. Ya o sesler, sende hangi duyguları aktive etmekteydi. O ses en çokta ritmini kalpten alırdı. Kişi, kendisi tonunda yansıtırdı. Kalbinin hangi notadan çaldığını ve hayatının şarkısını hangi notadan söylediğini, ses tonunda açıkça ifade edilirdi. Her gün duyduğu, mutfaktan yankılanan eşinin sesi, kulaklarına kadar gelmişti. İşte o an, sesi sanki ilk defa duyuyormuş gibi hissetmişti. Nasıl da ona özgüydü. Sonra oradan dalıp gitti, karakterler tonlarda gizliydi ve kişinin o sese kattığı tonlama da gizliydi. Hangi tonda titreşirsen, sesin de o şekilde duyulurdu. Tam da insan iç sesini, dışarıya, hiç bir şeyden kaçıramadan yansıtırdı. Ya dedi, herkesin sesini, sana ilk defa sesleniyorlarmış ve ilk defa bir şey söylüyorlarmış gibi dinlesen ne olur demişti. Düşündü, her gün ezberlediği sesleri, kulağında tekrar yansıttı. Her hal durumumuz, her ayrı kelimede, yeniden, yeni bir tonla var olabilirdi. Tıpkı bizim hallerimiz gibi, hallerimizi değiştirmek istediğimiz durumlarda, sesimiz belki de kendimize şifa olacaktı. Sesin dışarıdan titreşmesinin dışında, içine yaydığı titreşimi düşündükçe aklı hayali durmuştu.
Bir ağlama sesi, içinden içinden, ince ince ağladığında, en çok canını kendin yakmıştın. İçli içli ve sessizce ağlamalar, insanın en çok kendisine söz geçiremediği yerde, kendi sesini bastırıp duyuramadığı yerde, içine içine, kıyı da, köşede sessizce ağlardı. Bir ses ki ağıtlara vardığında, içini yakanın, toplum ve etrafındakilerin ona hissettirdiği yansımalar, dışarıya gür gür çıkardı. Ben bu yaptıklarınızı hak etmiyorum dercesine ya da savaşta oğlunu kaybetmiş bir ananın ağıdı, ancak topluma doğru ağıt olarak akardı.
Hasta bir insan yatağında inlediğinde, farkında olmadan acının verdiği histe inlerdi. O inlemeler sanki biraz olsun acısını bastırırdı. Ne doğumlar vardır. Bağıra çağıra bir can getirirdin dünyaya, bir can ki, canından can alıyorlarmışçasına. Hatta bir söz duymuştu zamanında, bebeğini sağlık koşulu ile normal yol ile değil de sezaryen ile dünyaya getiren bir kadın için, bir erkek şöyle demişti; “doğum dediğin bağıra çağıra yapılır, böyle doğum mu olur demişti”. Üstelik bunu bir erkek söylemişti. Analık kavramı göz ardı edilmiş ve o bağırıp çağırmalar o insan da Ana olmanın ilk kuralı olmuştu. İşte insan da, seslerin o insanların iç dünyasında, ne duygular uyandırabileceğini tahmin bile edemezdik.
Aklına gelen bir soru çok yerli yerinde gelmişti. Peki, şifaya kavuşulması gereken, iç dünyamız, dış dünyamız, bedenimizin şifaya kavuşmasının anahtarları bizdeyse ve bu anahtarlardan birisi ses tonumuz ve bir diğeri kelimelerimiz ise ve bunları uyguladığımızda neler olurdu? İlk aklına gelen Kuranı Kerimin, senden çıkabilecek en güzel tonda, özenerek ve başkalarının duyacağı şekilde ve güzel bir sesle okunması tavsiye edilmişti. Harfler kendi başına birer anahtar ve hepsinin farklı anlamları vardı, sesinden ve nefesinden çıkan tonlama ile harf vücut bulur ve kalbe huzur verirdi.
Bunun analizini en çok da kendisinde yapmıştı, çoğu zaman anlamını bilemediği zamanlarda bile, Kuranı Kerimi söyleyenin ses tonu ve harflerin güzellikle kalbinde vücut bulduğu zamanları düşünmüştü. Diğer uygulamalarda Ommm sesinin yaydığı frekans sondaki harflerin titreşimi için ağız kapatılıp, titreşimin içimize doğru akması ve uyumlanması beklenirdi. İnsanların kalplerindeki ritim bozuklukları da, kendi sesini duyuramaması ve içinden geleni, dışarıya doğru bir ton ve ifade de yansıtamadığından dolayı olabilir miydi? İşte en çok da bunu her gün ilaç kullanması gereken kendisi için deneyecekti. Yaptığı kelimeler ve ses çalışmasının tonlamasını, önce yüksek tonda, sonra fısıltıyla ve sonra ağzını kapatıp içine doğru söyleyerek ve tekrar baştan alarak, içten dışa, dıştan içe döngüsünde yaparak test etmeye karar vermişti. Kelimeleri kısa ve içinden gelip seçtiği kelimeleri olmuştu, özünden geleni seçmişti. Fark ettiği ise, ilacı artık kullanmıyor olduğuydu. Tabii tamamen iyileşip iyileşmediği için yine de bir hekime gitmesi gerecekti. Ama insan yaptıklarının farkındalığında ve niyetinde, yapıyorsa farkında olmadan ilaçlardan da uzaklaşabiliyordu.
Hatta bazı zikir meclislerinde, şifalanmak ve kendi mertebeleri için zikirler çekilirmiş. Çektikleri kelimeler kısa ve öz ve Allahın isimleri olurdu. Farkında olmadan bizlerinde diline peleng olarak ve en çok da kadınların kullandığı huuu ya da huuuh sesleriydi. Biraz yorulsalar Huuuughh derlerdi. Ya da Ya Hu… Derdik. Farkında olalım ya da olmayalım onu zikrettiğimiz anlardı. Belki de şifalanmak için bazen bilinçli ya da bilinçsizce söylediklerimiz. Hay’dan gelen Hu’ya gider. Bu kelimede Ondan gelip, O’na gideceğimiz anlamında olsa da günümüzde farklı anlamlar için, hatırlatma gibi telkin gibi farkında olmadan söylediğimiz güzel bir kelamdır. Hatta eskilerde, sohbet meclisleri çok olurmuş ve sohbete başlamadan ve birbirlerini gördüklerinde selamlaşma şekilleri Hu, olurmuş. Hu Allahın kendine ait, direkt O’nun varlığına herhangi bir isteme hali katılmadan direkt anıldığı isimdir.
Hatta Kemal sahibi olmuş birisi, ne zaman Hu dese, kendi varlığını tamamen yok eder ve “ölmeden evvel ölünüz” hadisi gereğince, içte ve dışta kendi benliğinden hiçbir şey kalmaz ve kendisini tamamen “Hu!” deryasının içinde bulmuştur. İkilik ortadan kalmış “Hu!” sözü dile gelmiştir, yani kişinin kendisi Hu!” olmuştur ve o kimse, Hu! Dediği vakit, Allah o kişinin dilinden açığa çıkmıştır. Aslında o kişinin söylediği, Allah’tır ve Hu kelimesinin sırrı olmuştur. Allah isminin aslı “he” (ه) harfidir. Böylece canlıların alıp verdikleri her nefeste Allah’ın ismi olan “he” sesi vardır. Alınan her nefesteki “he”nin kaynağı kalp, verilen nefesteki “he”nin kaynağı ise arştır. Hû kelimesindeki “vav” ise (و) ruhun ismidir. Hu’daki ses “ve nefahtu fihi min ruhi” yani Ve ona ruhumdan üflediğimde anlamını taşımaktadır. Bu da şu anlama gelmiş olacak ki, sesimiz nefesimizle vücut bulup, tonumuzda yansıttığımızda şifanın kaynaktan yani içimizden Öz’den gelmesini sağlamış olacaktık. Bu idrak ile yapıldığında her şey nasıl da kendi iç dünyamızın kapılarında gizli olduğunu göstermektedir.
İşte yaşlı kadın, kendisini gül havuzunun içinde iken bir anda Deniz’in kıyısında, bir baraka tarzı bir evin avlusunda Denize sıfırken dimdik duruyor bulmuştu. Avuç içleri kınalı idi. Dilinde kelimeleri ile birlikte ellerini Arş’a doğru kaldırdı. Denizden Balina havaya doğru zıpladı. Balina ses verdi. Kaldırdı ellerini sonra Davud’un Yıldızı parladı. Denizden canlıların bazıları da Balinaya eşlik etmişlerdi. Bir başka kadın gördü, kuytu bir yere gizlenmiş, yaşlı kadını seyrediyor ve kinaye kinaye ona peçesinin altından gülümsüyordu. Yaşlı Kadın kaldırdı ellerini Arş’a doğru And olsun ki… Dedi. Ruh belirdi ve beden ile ruh birlendi. Artık beraberlerdi. Arkasına döndüğünde HU kapısı belirdi ve yaşlı kadının o kapıdan girmesi bekleniyordu.
İçimizdeki yaralar, dışımıza yansırdı, dışımızı iyileştirmek içinse, içimizi onarmamız gerekirdi. Onarımı yapacak olan da O idi. Bunun için nefes vermişti. Kun yani OL’ması için bize ses vermişti. Kun fe Yekun “Ol der ve olur “ Nefes o idi, çıkacak ses de O’ydu ve OL demekle olduracak da O’ydu. Ondan başka şifa kaynağı yoktu ve o şifa kaynağı, kendi Denizimizin kıyılarında, bizi beklemekteydi.