Traktörlerden çıkan motor sesleri ile açtı gözlerini sabahın ilk ışıklarına. Kafasını kaldırıp, araladı perdesini, tül perdenin arkasından telaşla çizmelerini dizlerine kadar geçiren teyzeleri ve amcaları seyretti. Kokusu şimdiden burnuna gelen o ıslanmış çubukların, komşularının bahçelerine gelişini hayal etti. Üzüldüğü tek şey, çubukları karşı karşıya ve çapraz şekilde koyarak, kule yapan komşularının bahçelerine girip, çadırı andıran bu kulelerde artık oyunlar oynayamayacak oluşuydu.
Mahallesinde pek kız çocuğu olmamasına rağmen, o tek başına mutfaktan kaçırdığı bardak ve tabakları alır, şakacıktan çay yapar, yastığı ile battaniyesiyle çadırda kalıyormuş ve orası eviymiş gibi hayaller kurardı. Ona çadır hissini yaşatan çubuklar ise kendirin ta kendisiydi. Mahallesinde kız çocuğu olmadığından bazı zamanlarda erkek çocuklarının oyunlarına eşlik eder, saklambaç oynarlar ya da tellerle çevrilmiş bahçelerden hoplaya, zıplaya maceralara dalarlardı. Bir keresinde arkadaşı ondan kaçarken yüzü telin sivri yerine gelmiş ve kanamıştı. Arkadaşı sinirini ondan almak isterken, o yine çadırında kendine yaptığı kuytu yere saklanmıştı. Bu çadırlar korunağı, evi, kendisinin adını verdiği, hayal sarayıydı. Kendir tohumu diye bildiğimiz bitki o kadar da kolay büyümüyor ve toplandıktan sonrada bir sürü aşamadan geçiyordu. En sevdiği şey de kendirin her aşamasının hayatına macera katmasıydı.
Şimdi ise, gölde ıslanmaları için bekletilecek, çubuklarından iplikleri ayrılacak kıvama gelince, bahçelerine alıp onları çubuklarından ayıracaklardı. Ayrılan iplikleri fabrikalara jüt ipliği ya da urgan olması için gönderecekler, kalan çubuklar ise evlerin duvarlarına dizilip, kurutulduktan sonra, sobalara atılıp kış günlerinin ısı kaynağı olacaktı. Çubuklar, çıra kadar iş görmekteydi.
Kırılma aşaması bile ayrı işçilik ve ona göre bir eğlence şekliydi. Dizlerini büküp elleriyle diz kapağına koyup, çubukları kendine çeker ve parçalara ayırır, kendirin ipi ile onları belli dolulukta bağlardı. Komşuları da, diğer komşulara da dağıtır ve o da bu vesileyle yaptığı bağları, evin yakacaklar bölümüne dizerdi.
Şimdi ise kendirler olgunlaşarak kıvama gelmiş ve evlerin bahçelerine getirilmişti. Onların ne tarlası ne kendir bahçeleri olmuştu ancak annesi de komşulara yardım için kendir soymaya giderdi.Komşusunun bahçesinin önüne yanaşan traktörü görünce,” kendirler geldi, kendirler geldi hadi” diyerek, annesinin üstünü başını çekiştirmeye başlamıştı. Annesi onun bu telaşına anlam veremeden terslese de o da dört gözle beklemeye koyuldu.
Biliyordu ki annesi eldivenleri dolaptan alırsa, kendir soymaya gidecekti ve gözünü o dolaptan ayırmadı, çünkü yanına onu almadan giderse o anı kaçırmak istemezdi.
O gün annesi komşuya kendir soymaya gitmedi ancak ertesi gün kahvaltıda “Naimelere kendir soymaya gideceğim gelmek istersen çabuk ye” dedi. Hemen ağzına hızlı hızlı tıkıştırdı peynir zeytin ne varsa, ağzı davul gibi şişti, o halde annesine sorular sormaya başladı. Annesi jüt ipliği fabrikasında işçiydi. O da kendirin iplik ve urgan olma haline emek verdiğinden çoğu zaman annesini gece vardiyalarından dolayı göremiyordu. O gün pazardı ve annesiyle kendiri çubuklarından ayırıp fabrikaya göndermeleri için hazırlayacaklardı. Annesi ona endişeli şekilde bakıyor ancak o ise sorularına devam ediyordu, neredeyse kendirin bütün sürecini öğrenmek istiyordu. O sırada annesi yüzük parmağını gösterdi “Bak dedi burada tırnak neden yok biliyor musun?” derken, hüzünle salladı kafasını. Biliyordu çünkü annesi o daha küçükken, fabrika da çalıştığı zaman, bir an dalgınlıkla makineye parmağını kıstırıp, tırnağını kaybetmişti.
Hızlı adımlarla yürüyerek evden çıktılar, yolda annesinin tırnaksız kalmış parmağını kavradı ve sıkı sıkı sarılıp öptü. Komşunun bahçesine vardıklarında o ıslanmış kendirlerin yaydığı baharat kokusunu içine çekti, bu kokuya bayılıyordu. Bahçede olması gereken her şey hazırdı. Tıpkı tahterevalli gibi iki tarafa oturulabilen uzun bacakları olan tahtadan yapılmış sedirler hazırdı. Bunlar da büyüklerin tahterevallileri deyip kendini gülerken buldu ve o an ne kadar da mutlu olduğunu hissetti. Kendirleri soyacak kişilerin biri sedirin bir ucuna, diğeri öteki ucuna oturur aralarına da çubukları alırlar, sırayla soymaya başlarlardı. İplikleri ayrı yere, kalan beyaz çubukları da ayrı yere dizerlerdi.
Çubuklar neredeyse iki metreye kadar uzun olduğu için kolları ile kavrama gücü olmadığından kendisi bu işi yapamıyordu, o yüzden de kimse bu görevi ona vermezdi. Aklına gelen fikir ise bir an önce işi bitirme telaşı olan teyzelerin işine gelmezdi. Onlar ipliği çubuktan ayırırken, ipliğin ucunu alıp çekerek geri geri gitmekte kendince bir çözüm bulsa da “Burası oyun alanı değil git arkadaşlarınla oyna” diye onu azarlarlardı. Yine de birkaç kere bu fırsatı vermişlerdi ama o geri çekerken arkasında duran ıslak zemine basınca kayıp kendini kendirlerin içinde çamura bulanmış bulmuştu. Teyzeler bir yandan çok gülmüşlerdi, bir daha da ona bu işi yaptırmadılar.
İlla yardım etme isteği olduğundan, toplanan ipleri alıp halka halka yapma görevini üstlendi. Kadınların soydukları ipleri de erkekler alıp kollarıyla tıpkı ipten yumak yapan teyzeler gibi, iki kolalarının aralarına alıp yumak yaparlardı. Bu yumakların karışmadan düzenli olması da çok önemliydi
Kiminin elinin altında, kiminin ayağının altında dolana dolana gününü geçirmişti. Eve geldiklerinde kolları inanılmaz ağrıyordu. “Keşke bunlar çadır olarak kalsalardı, iyi değil miydi?” diye düşündü. Küçücük bir sığınak yeterdi hayallere dalmak için, hep kendine küçük alanlar belirleyip oraları sığınağı yapardı. Evlerinin içinde pencerelerinin iç tarafında kalan, yarım metrelik alana oturur perdeyi üzerine çeker orayı da sığınağı yapardı. Evinin dışında da çubuklarla çevrilmiş, çadır süsü veren kuleleri de yine sığınağı yapardı. Sığınaklar inşa etmek, hep oyunlarının bir parçasıydı.
Sığınakları var etmek bir hayale bakıyordu, hayal ki çocukken hep içimizde var olan ancak gün geçtikçe yerini kıstaslara bıraktığımız, emanet ettiğimiz yerlerdi. Büyüdükçe de, kendimize sığınmak yerine, sığınağı dışarılarda bir yerlerde arar olduk. Ya da başka birilerinin çatısının altında kendimizi sığınıyoruz zannettik. İnsanın en büyük sığınağı da kendisi değil miydi? İhtiyaçlarına göre içinde bir kapı açmak ve en mahrem alanın olarak oraya sığınmak. İçimizdeki sığınağın kapısı hep açıkta girecek cesareti bazen kendimizde bulamıyoruz. Kimsenin elinin, ayağının altında olmadan, dolanmadan, ihtiyacın olan şeyleri o kapının ardına bırak. Sen tıkla elbet açılacaktır o kapı. Ne kadar elin kolun dolu olursa olsun, tıkladığında, yüzüne kapanmayacak olan tek yer orasıdır. Bütün yüklerini emanet ettiğin, sığındığın ve seni yargılayamayacak, üstün başın çamur içinde demeden, laf söz işitmeden, acizsin, demeden sonuna kadar açık olan kapıyı, sadece tıklamak yeterliydi. Sığınağı içinde olanlar, oyunların parçası değil, parçanın ta kendisi olurlardı.
Dinlemeniz için kısa bir
Anne with an E sound ekliyorum…
1 comment
Ağzına emeğine sağlık