“İnsanın en huzurlu olduğu anları, içindekilere, kendisine giden yolculuğuna çıktığı, öz varlığına giden yollarda yoğunlaştığı anlardır”dedi. Öyle bir andı onun ki, ancak ne olduğunu bilmediği bir duygu hali ile kendini aramaya çıkması gerektiği bir gündü. Duyduğu sözlerde, konuşmalarında, zaman harcadıkları yerlerde kıyılarda, köşelerde bir yerlerde kalmıştı, kendisini kaybetmişti, kendi parçalarını, bıraktığı yerlerden toplayacaktı. Belki de bunun için, duyduğu, gördüğü, bilip de bilemediği her şey ardı ardına ona eşlik edecekti. Yakalayabildiği ve kurtarabildiği kadar kurtaracaktı kendisini, kurtarmaya çalışacaktı. Oltalara takılmıştı, başkalarının enerjilerine hapsolmuştu, tek tek o ağı çözecek ve başkalarına kaptırdığı o enerjileri kendinde biriktirecek ve toplayacaktı.
Gün içerisinde yaptığı ibadet halinde, oturduğu anda gözüne Hz. İsa görünmüştü. Bilseydi bu görüşü, yaşadığı, öğrendiği her an için ona ışık olacaktı. O ışık bile yeterdi, devamının akması için, yokladı içerisini “Elif” dedi, “Lam” dedi, “Mim”dedi. Bunları henüz neden söylediğini bilemeyecekti. İçerisinden gelen ses ona öyle demişti. İbadet halinde kalbinde sıralanmıştı. Ayakta iken “Elif” diyordu, Rükûsunda “Lam” diyordu, secde halini aldığında “Mim” diyordu. Diyordu da neden dediğini henüz anlayamayacaktı. “Hz. İsa nedendi?” Onu da henüz bilemeyecekti. Hayat ona sembollerle geliyordu. Kendisini bulma yolculuğuna başladığı günden beri, hayatta ona anahtarın parçalarını sunuyordu. “Kendisini bilen Rabbini bilir,” demiş de bu yol için önce kendisine sahip çıkması gerektiği idrakine ufak ufak olsa da gelmeye başlamıştı. Kolay değildi, yaşadığı yaşına kadar öğrendikleri ve uyguladıkları hep kendisini geri plana atmasından başka bir şey değilmiş. “Kimse için kendinden vazgeçmek değil de kendine sahip çıkarsan, işte o zaman o kimseler için olman gereken en güzel hali alabilirsin” demişti. Bunun için “Kendini kaybetmek yerine, kendini bulman gerekiyormuş”demişti. Yolculuğuna adımını işte bu cümlelerle atacaktı.
İşte o gün bu aldığı sembollerle ne yapacağını bilemedi, kalbinden geçenler, zihninde sıralananlar, çözülmeyi bekliyordu. Bir büyüteç gibi kalbini incelemeye başlamıştı. Huzursuz değildi, ancak kalbine akıttığı yoğunluk ile yorgun düşmüştü. Kulağı başka bir şey duymak istemiyor, herhangi bir iş yapmak istemiyordu. Dalmış gitmişti, düşünceden düşünceye akıyordu. Ancak etrafı bunlar için çok da elverişli değildi. Çocukları ve eşiyle sofraya oturmuş akşam yemeklerini yerlerken, o kafasında ve kalbinde bunları taşıyordu. Yalnız kalıp odaklanmak istemişti sanki durup o düşüncenin içerisine girerse bir ipucu bulabilecekti. Hâlbuki duymak için çevresinin değil, kendi zihninin gürültüsünü sustursa ve kalbinin sesini açsa yeterli olacaktı. Ancak o henüz bunun idrakinde olabileceğini bilemiyordu. Bahçeye inip, biraz yürümek iyi gelir demiş ve akşam yemeğinden sonra bahçeye inmek için hazırlanmıştı. Yalnız kalıp yoğunlaşacak ve sembollerin ne demek olduklarını çözmek isteyecek ya da bir ipucu bulmaya çalışacaktı.
Yalnız başına bahçeye inmiş, ağaçları seyretmeye başlamıştı, zihni bu sefer ağaçlara takılmış, süs havuzundan yansımalarını seyrediyordu.” Su nasıl da aynalık ediyor etrafındakilere, tıpkı bizler gibi…“demişti. Sanırım kendin olabilme halinin en iyi yansımaları çevrende yaşadığın insanların kimler olduğu ve neler yaptığınla ilgiliydi. Demişlerdir ya, “İnsan çevresinde bulunan beş kişinin ortalamasıdır.” Zihni yine bu yaptığı gözlemlerle, odak noktasından çıkmış, yaşamına dâhil olan sembollerin yerine etrafı incelemeye başlamıştı. Ne için bahçeye indiğini hatırlayarak odağına devam etmek istemişti. Odaklanmakta zorlanıyordu, içini kaplayan sorular dalga gibi yayılıyordu. En iyisi kalkıp yürümek iyi gelecek demiş ve oturduğu yerden kalkmıştı. Kendisini akışa bırakmaya karar vermişti. Yürüyor ancak bu sefer de adımlarının ritmine kapılıp, yürüme maratonuna çıkmış biri gibi sakin sakin yürüyemiyor adımlarını hızlandırdıkça hızlandırıyordu. Sanki ne kadar hızlanırsa o kadar çabuk çözülür diyerek adımlarını büyük büyük atıyordu. “Bu böyle olmayacak!” demiş ve bir şeyler dinlemenin ona iyi geleceğini düşünmüştü. Telefonunda kayıtlı olan müziklerden bir tanesini açmıştı. Müzikten çok sözleri duymaya başlamıştı. O an dinlediği de onun sembolüne sembol katacaktı. İşte çözülmesi için bir hamle dinlediği sözlerde yatmaktaydı. Yunus Emre dizisinin müziği eşliğinde, yunus Emre’nin sözleri sıralanıyordu.
Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla’m seni, seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevla’m seni, sular dibinde mahiyle, sahralarda âhû ile abdal olup yâhû ile çağırayım Mevla’m seni, gökyüzünde İsa ile tur dağında Musa ile elimdeki asa ile çağırayım Mevla’m seni, derdi öküş Eyyub ile gözü yaşlı Yakup ile Ol Muhammed mahbûb ile çağırayım Mevla’m seni, hamdu şükrüllah ile asrı kulfuhalla ile daima zikrullah ile çağırayım Mevla’m seni, bilmişim dünya halini, terk ettim kıyl ü kâlini, başım açık, ayak yalını çağırayım Mevla’m seni, Yunus okur diller ile ol Kumru bülbüller ile, hakkı seven kullar ile çağırayım Mevla’m seni… Haakk.
Dinliyordu, o kadar aşkı ruh halini almıştı ki Gökyüzünde İsa ile diyordu, neden gökyüzünde İsa ile tur dağında Musa ile Ol Muhammed mahbûb ile diye, sözlerdeki sınıflandırmaya dikkat kesilmişti. O sırada yürüyor ve dinliyordu, bir yandan kendisini tutamamış ve gözünden yaşlar da süzülmeye başlamıştı. Etrafında tenis kortunda oynayan gençler, yanından gelip geçenler, hiç kimseyi görmüyordu. O sadece dinliyor ve içindeki duyguyu yaşıyordu. Kim bilir kaç defa geçtiği o yerden geçerken, tenis oynayan gençler ona sesleniyordu, bir şeyleri işaret etmekteydiler.
O da kulağında kulaklık olduğu için duymuyordu. Kulaklığı çıkarmak üzereyken kulağındaki sözler ona, çağır yunusum çağır, turda Musa ile kendi yolunda Hızır ile çağır, Hz. İsa içte, Hz. Musa içte, Peygamber Efendimiz içte, bu yol içten içe, hiçten içe, içe içe diyordu. O sırada gençler ellerinden kaçan topun yerini tarif etmek için el kol hareketleri yapıyorlardı. Top uzun dallarla çevrili çiçeklerin içindeydi ve ona şöyle söylüyorlardı. “İnside, inside, içerde, içerde” diyorlardı. Topu bulup, gençlere vermişti. Ancak gençlerin seslendiği anda kulağındaki, bu yol içten içe dediği anda, gençlerin başka lisanda içerde, içte anlamına gelen inside kelimesi ile her lisanda onun yolunun içten içe, içerisinde olduğunu ona Yaradanı söylettiriyordu. O kadar şaşırmıştı ki, kim bilir kaç defa önlerinden geçmişti ancak tam da o sözlerin sıralandığı anlarda gençler topunu kaybedecek ve top ayağının altında ya da başka yerde değil çiçeklerin içersin de olacaktı. Bulman için, içini yokla der gibi aradıklarında içinde var der gibiydi. Yol için şöyle dermiş atalarımız, kırk günde gelene, amma da geciktin Ha! Kırk sene de gelene, ne de tez geldin!