Henüz gün ortasındayken akşamı getirmenin acelesinde perdesini örtmüştü gökyüzü. Sağanakla akan gözyaşları yeryüzünü doldurmuş, bağırır gibi kulakları çınlatan, kalpleri titreten şimşeklerle dolu bir öğlen vaktiydi. Tavanı alçak, duvarları kalın odalarının penceresinde asılı, artık beyaz olmayı hak eden perdenin ardından endişeli adımlarla öbek öbek çay boyuna giden mahalleliye takıldı gözleri. Uzun uzun baktı gidenlerin ardından, öfkeye bir daha tanıklık eder gibi. Elini çenesine dayadığı yerden çekti, aralık kalmış ağzını kapatarak ayrıldı pencerenin önünden. Bulunduğu odanın içerisinde kimse yoktu, sesler yan odadan geliyordu, yola daha yakın olduğu için sıraya dizilmişler geçenleri oradan seyrediyorlardı.
Babaannesi dışarıyı izlemeyi bırakıp kapıya doğru seyirtince, ardından da herkes sıraya dizilmiş, çıkışa giden iki basamaklı merdivenin başında kuyruk oluşturmuşlardı. Babaannesi bir ayağının ucunu kahverengi terliğin üstüne basarak kendisine çekip, ayaklarına geçirirken o da botlarını hızlıca giyip peşine takıldı. Evlerinin önünden akan çay; geçtiği toprakları zarif bir gerdanlık gibi sarıp sarmalamasına, adını aldığı bakıra çalan renginin güzelliğine inat, yılın belli zamanları yağan şiddetli yağmurlarla yatağına sığmaz, taşardı.
Bugün bütün mahalleli toplanmış kendisi gibi öfkeye tanıklık ediyorlardı, önüne geleni yutan, deviren şiddetli akıntıyı, kaya parçalarını, anaforun yarattığı karanlık oyukları, korku dolu bakışlarla sanki doğal afet konulu bir film gibi seyrediyorlardı. Çayın coşkun sularına daldırdığı gözlerini kendisine çevirip parmaklarını içine gömdüğü beyaz örgülü hırkasının kollarını iyice avuçlarında toplayarak iç çekti. Onun filmi sanki sevdiklerinin önünde, işlediği cinayeti defalarca gösterime sokan bir katilin konusunu içeriyordu ve asla sonu gelmeyen bir hikâye hissini yaşıyordu. Sevdiğini alan, adeta yutan bu kızgın suları, mahalleli gibi izleyemedi.
İzlerken içi kanayan bir o değildi. Çay, evlerinin tek ve son erilini onların elinden almış geriye miras gibi öfke bırakmıştı. Erillikten yoksun kalmış, sadece kadınlarla var olmuş bir evde her sabah savaşa gidercesine disiplinle güne uyanan bir tabur asker. İlk yaptıkları, ellerini ve yüzlerini yıkar gibi, yüzlerine ve kalplerine geçirdikleri çelik zırhtan maskeleri ile topuklarını çoktan kırıp kenara fırlattıkları ayakkabılarını giymek oluyordu. Tarih onların evlerinde başka yazılıyordu. Okul yıllarında hiçbir zaman öğrenmekte zorlanmayacağı savaşın nedenleri ve altyapısı her geçen gün etekleriyle ördükleri çatılarının altında yaşanıyordu.
Çay boyunda sıkışan kalplerinin ağırlığında herkesten sonra orada olan ancak herkesten önce ayrılan onlar oldu. Yürürken hiyerarşik bir yapıda sıraya dizilmiş bu kadın topluluğunun başında önden giden babaannesi, engeli olan kız kardeşini kucağında taşıyan annesi, ablaları ve en sonda da kendisi yerini almıştı.
“Pazar kasveti” diye tanımladığı bir günü böyle yarılamışlardı. Dişilerin yaşadığı Pazar günleri; pikniksiz, gezisiz ya da alışverişsiz geçerdi. Ordunun yönetimini ele alan komutan edasında her şeye otoritesiyle karar veren babaannesinin organize ettiği düzen, çoğu zaman kaosa neden olurdu. Varlığının ve yaratılışının gereği yaşaması gereken özünü çoktan unutmuş, kendi çocuklarını erkeksiz büyüten bir anne olarak, kendi annesinden daha tecrübeliydi ve yönetimini bu üstünlükle sağlıyordu. Varlık özünü kaybetmeden evlatlarını bir dişi gibi korumayı seçen annesi karşısında, kadınlığını çoktan emekli etmiş babaannesi ile çıkan çatışmalarda yara alan kardeşleri ile kendisi olurdu.
İki ayrı yerden gelen yemek kokuları evi sarmış, bir yandan limonlu taze bamya yemeğinin diğer yandan zeytinyağlı biber dolmasının kokusu yayılmaktaydı. İki kadın aynı mutfağı paylaşamadığı için diğeri mutfağını odasına taşımış piknik tüpüyle yemeğini pişirirdi. Yemek saatleri; verilmesi gereken ciddi bir kararla ait oldukları sofrayı seçerek, haklı taraf payını belirleme yetkisi gizli gizli çocuklara verilirdi.
Limon kokulu bir bahçeye girmiş, güneşin güldüğü bir öğlen vaktinin yaydığı ışıktan korunmak için limon ağaçları gölgesinde şarkı söylemeye başlamıştı. İki tane birbirine gülen kadın yerde oturmuş, erişte yapmak için birisi hamurunu açarken diğeri açılan hamurları ince ince kesiyordu. Gölgeden sıkılmış olacak ki sıcağın altında koşturan kız kardeşine yetişmek için yerinden kalkıp onun peşinde, saçlarının savrulup düştüğü omuzlarından yakalıyordu.
Bakkalsız, çocuk salıncaklarını ve kaydıraklarını bağrında barındıramayan mahalleye inat, babasının gelmesiyle parmaklarını kavrayıp, parka gidiyorlardı. Ait olduğu düşün içinden, kız kardeşinin söylemeye çabaladığı sözcükleriyle uyandı. “Gökkuşağı!”
Etekleriyle ördükleri çatının altında kadınlığını, naftalin kokularına hapsederek ihtiyaç duydukça yalnızlık senfonisi yaşar gibi açtığı sandıklarda, dokunduğu her parçada yaşamayı babaannesinden, kadın estetiğini yüreğinde var ederek de evlatlarına nasıl kol kanat gerileceğini, tırnaklarının altında pençesiyle bir aslan edasında yaşanacağını annesinden, eksik kalan aşkların tanıklığını giderircesine defalarca Aşk’ın peşinden, her seferinde rahminden ürettiği yavrularıyla çoğalarak, deneye yanıla nasıl yaşanır ablasından, varla yok arası, açılacak her savaşa karşı, erilini nöbette bekleten, yeri geldiğinde topluma karşı “İşte var, kocam burada!” diyecek kadar hayatında var etmeyi diğer ablasından, bedeni kullanmadan da, tüm engellerine rağmen, ses tonunda yansıtamadığı harfleri, kitaplarda gözleriyle var ederek, öğretenin olmadan da içsel varoluşla öğrenebileceğini, karanlığa rağmen mor ışıklarını kendi kalbinden doğurmayı kız kardeşinden öğreniyordu.
Her geçen gün ilmek ilmek ördüğü ancak adını veremediği hırkasını omuzlarına aldı, yıllardır ayak basmasa da hep yüreğine bastırıyordu. Adının içinde köprü geçen her yerden uzak durarak yaşadı. Dişi topluluğunun taburunda büyümek onu tanımsız biri haline getirdi; yıllarca adını koyamadığı hırkası gibi hiçbir duyguyu tanımlamadı, ne adlarına güzel dedi, ne çirkin, ne iyi, ne de kötü. Hep iki ucu yaşamaktan korktu, aşklarına da adını vermedi, hiçbir yaşını kullanmadı. Ne “Yirmi beş yaşındayım” ne de “Otuz altı yaşındayım” dedi. Yaşlarını da, yaşadıklarını da adsız, tanımsız, sahipsiz bıraktı. Bağımsızlığın çerçevesine sığdırdığı, yazgısını yazılara evirdiği kırkıncı yılını yaşarken tekrar karşılaştılar. Kökünden kurumuş, üstüne betonlar atılarak sanki hiç var olmamış hissi yaşatan çay boyunda yürürken, ellerini koltuk altlarından geçirip, kaçak bir bakışla aksine gözlerini boşluğa dikerek “Yokluğun varlığıma armağan!” dedi.