Saydam saydam süzüldüğünde gözyaşları, içinde kopan fırtınaları dinmeyecek durmayacak gibi hissettiğinde, o ana geldiğinde, işte o an, bilemezdi hep safsaladıkları “AN” dedikleri şey bu olsa gerekti. İçinden çıkılamaz bir hal aldığında, insan kendisini ne çok çaresiz hissederdi. Sadece kendisini hapsolmuş, çaresiz ve kimsesiz hissettiğinde tutunacak bir dal, bir yardım eli ya da sihirli bir değnek gelse ve konsa da başımın üstüne, çıkarsa içinden bu durumun diye düşünmeye başladı.
Attı kendini bahçeye, yürümek nefes almak iyi gelir belki kurtarır bu durumdan diye içinden geçirdi. Gözyaşlarına engel olamıyordu, durmuyorlardı, daha birini silmeden diğeri akıyor, akıttığı gözyaşı hem içine hem dışına akıyor, nefes alamıyordu. “Neden ben böyleyim?” diye sordu kendine. Bazen nedensiz, bazen nedenli ama sıklıkla kendini bu kapanda bulmamış mıydı hep? Sık sık mutlu olan insanları merak ederdi. Işıkları yanan evleri, orada yaşananları, insanlar nasıl yaşıyor mutlu oluyor, ne bekliyor, kaç kişi mutludur diye hesap kitap yapmaya başladı içinden.
Yaptı yapmasına ama varsa derdi kendisi ile değil miydi? İnsanın tüm derdi kendisiyle değil miydi zaten.
Oturduğu yerde cümlelerini tekrarlayıp gözyaşlarını silerken bakışları solunda duran ağaca takıldı. Daha çok genç olan bu zeytin ağacının gövdesi sanki yaşlı bir kadının yüzü gibiydi, evet, evet tekrar baktı. Zihninden şüphe etmeye başladı. ”Kafayı yiyorum sanırım” dedi ve tekrar uzun uzun baktı ağacın gövdesine, gerçekten de yandan tüm hatlarıyla yaşlı bir nene gibi duruyordu.
O an içinden şöyle bir düşünce geçti, ne kadar genç ve yeni bir ağaç olsa da gövdesi yaşlı bir kadın gibi duruyordu. Dışarıdan baktığında yemyeşil zeytin dalları, huzur veren yanı, mevsiminde gelecek meyveleri ile insanlara şifa ve lezzet verecek, asırlık hikâyelere sığacak, faydası gezegenden de eski olan, efsanelere ve tüm gerçekliklere sahip, adına ne dersen de tarihe damga vurmuş, bu kimliklerin yanında gözüne yaşlı nene gibi görünen o asık surat şekli de neydi ki?
Kendi kendisine “Ben bunu neden böyle görüyorum?” diye sorgulamaya başladı. İçselleştirmeye başladı, “Bunu belki benim gibi görenler de olabilir ancak neden ben? Şu an bu düşüncedeyken bunu görmüş olabilirim?” dediğinde tefekküre daldı, içi sakinleşti, o an fark etti ki ilgi odağı orası oldu ve yüzü o tasviri düşünmeye başladı, daldı düşünceden düşünceye içindeki o kapandan O AN çıktı.
“Tıpkı sen gibi değil mi?” dedi kendisine. İşte sen de böyle değil misin? diye sordu derin bir nefes alarak. Dışında baharlar esiyor, için çoktan bu mevsime veda etmiş, son yolcuğunu bekleyen yolcu gibisin. Nereye gidiyorsun? Sen o ağaçla konuşsaydın ne derdin? Görmüyor musun baharı, çiçeklerin açmış, meyve verip şifa dağıtıyorsun, başındaki dallar gür saçların gibi bahar rüzgârıyla savruluyor, sanki bahar orada dallarına eşlik ediyor da, için neden başka, sonbahar gibi hüzünde, kaldırıp baksana yüzünü, ne de güzel yeşillenmişsin görmüyor musun? Tabiatın uyumluyken bahara sen neredesin, neden evin de değilsin, neden kendini yollar da, yolculuklar da ve nereler de arıyorsun? “Hâlbuki burada olsan sahip çıksan baharına, yeşiline, meyvene, varım, buradayım, yaşamdayım, seninleyim, iyi ki varım desen, neden demiyorsun?” diye ağaçla konuşmaya başladığın da fark etti ki sen de böylesin! Hadi çevir o okları kendine, kaldır kafanı gökyüzüne, her şey yaşanıyor ama sen yaşamıyor, görmüyor, hissetmiyorsun! Senin evine girebilmen için tüm doğanın sana bağırmasına gökyüzünün göz pınarları gibi gürlemesine de ihtiyacın yok, varlığın mucize, bir arada olmak mucize.
Doğa belki senin gibi bağırarak dile gelmez ama sana bir yüz olur, yaşlı görünür, asık olur ve seni sana sen de görünen gibi yansıtır. Sen öyle olmasan, o sana neden böyle görünsün. “Yolcuyum evet” dedi “Ama yanlış yerlerde yolculuklardayım, yolculuğum içime olmalı” dedi yaktı ışıklarını dışarıda bir şey yok ki! Her şey yaşanıyor, olması gerekenler oluyor, ama sen senle bir olamıyorsun, daldın gidiyorsun adını koyamadığın kapanların peşine, dön içine bak! İçine kapanmanı reddeden neyin korkusu ve endişesi? Doğa yaşama direniyor mu, nasıl da eşlik ediyor görevini yapıyor ama nasıl gerçekten senin gördüğün gibi asık suratı ile mi yapıyor?
Herkes bir şey yapmaya, kendi olmaya gelmedi mi, sen neden geldin, ne veriyor, ne alabiliyorsun? Bu ağaç, güneşi, sevgiyi, oksijeni, alamazsa sana nasıl gölge olur, meyve verir. İşte dedi içinden, “Burada bir denge var.” Dengede olmak, gerektiği zaman direnmeden almak ve vermek demekti. Sen ne verdin de bu kadar, içi boş olarak yollarda, alan olmak için pervane gibi dolanıyorsun? “Aradığın içinde bir yerde olmalı” dedi. Tıpkı evine giren hırsızların çekmecelerini hızla boşalttığı gibi içini boşaltmasına izin verdiklerine, dur deyip kapılarını sağlam kilitlemeli, evini güvene almalı ve çekmecelerine sahip çıkmalısın. Önce sen, sen olmasan, sen olana sahip çıkmazsan, bir bir dallarını almalarına izin verirsen, meyve verecek bir dalın bile kalmaz. “Şükür ki dalların yerinde” dedi ve ağaca bakarak mırıldandı,” her başlangıç bir son ve her son bir başlangıç” diye ekledi.
“Tohumlanmak lazım, senin kaynağın tohum, benimse başlangıç noktam bu dünya formuna gelmem için ilk ihtiyaç duyduğum ve beslendiğim yer döl yatağı değil miydi?”dedi. O zaman başa döneceğim ve kendimi, içimde döllenmeye ve yeniden doğmaya bırakacağım. Bir bebek anne karnında karanlıktadır, onu besleyen kaynak dışarıdan gelir ve o besin kaynağını almaya izin verir. Sessizdir içerisi, sadece konuşulanları duyar ama bir tepki vermez, veremez. Dinler, öğrenir ona dünya da rehber olacak insanları tanır, tasvir eder ve onları sesleriyle tanır. Gelişim için bir süreye ihtiyacı vardır, doğmak için dölün karanlıkların da bekler, susar, alır alır, almaya izin verir ve dünyasına öyle doğmaz mı? İnsan kendisinin saf hali OL’ maya gelir ve ezberledikleri, öğretilenleri rehber alır, yaşar, uygular ve zamanla da ne OL’ maya geldiğini unutur, karanlıklardayken ışığa çıkartacak formülü dünya formunda yaşarken unutur.
Hatırlamak için, içinde ki döl yatağına girip bir süre dinlenmek, sessizleşmek ve içinin sesine odaklanıp cevaplarını da içinden almak gerekmez mi? Bunun için dışarıya ihtiyacın yok, kimsenin kafana sihirli değnek kondurmasına, kimsenin eline ihtiyacın yok, sen kendini kendi ellerinle yeniden doğuracak ve yeniden doğacaksın. Bu dünya defalarca bahar gördü sıradaki bahar senin olsun ve baharla yeşillen! İçinden yeniden bir sen çıkar. Sen; sen ol, sonra senle bütün ol ve sonra bizde ki sen ol çünkü güneşi sadece sen hissetmiyorsun, seninle birlikte tüm canlılar hissediyor. Doğan güneş aynı zaman da senin içinde doğuyor demek değil midir? Sen hissetmezsen almazsan o sıcaklığı, ışığı, havayı, nefesi, baharı sana dışarıdan bunları kimse hissettiremez ve veremez, insan arayınca bulur! Ara ki bulasın! Ve nerede arayacağını da biliyorsun.