Söylenmemiş isyanları duyamadı,
işitmediği için değil, hissedemediği için yedi fırtınaları…
Söylemediler! İçlerinin okunmasını beklediler…
Böyle böyle öğrendi iç okumayı,
acabalara, ne yapacağını bilmeyen sersemlemiş kelimelere de ihtiyacı kalmadı artık…
Kafası önünde değil de ardında olsun istediler, ardında kalırlarsa yok sayılmaktan korkacaklardı!
Gözlerimizi önümüze koyanın elbet vardı bir bildiği,”Neden gözün arkayı da görmüyor?” diye soranlara iyi cevaptı.
Oda sadece bir gözün görmek için yettiğini, böyle böyle anladı, o gözü keşfetti…
Bir göz yeterdi, her yeri görmeye…
Adı her geçen gün değişti, belki de günde kaç defa… Ne zordu herkesin farklı farklı adlar ile seslenmesi…
O da, o adları topladı kendine bir ordu yaptı.
Yönetilmesi zor görünüyordu ancak kendi olabilmek yetmişti, tüm isimlere hükmetmeye.
Fırtınaları yemek yerine, onunla uçmayı öğrendi.
Ne zordu cumartesi salıncağı
Bilir misiniz?
Dur onu da söylemeyin, hissetmek kadar güzel şey yoktu.
Nede olsa, susa susa, görmeye görmeye, ese ese, öğretiyorlardı.