Eli koynunda bekleyenler misali, mis kokulu baharları bekledim, kâh yürek yangınların da aleve şifa oldum, kâh güneşli günlerin seher yeli…
Balkonun da oturuyordu bir başına gecenin kör karanlığın da, elinde bir fincan sıcacık tüten çayının dumanına içtiği sigarasının dumanı da karışıyordu… Sanki kendi kendisini karşısına almış, kendi ile mücadele ediyordu. Duyuyordum kalbinin ritimlerini, kendine doğru çıktığı yolculuğun minik ve titrek adımlarını, dikleştiremediği omuzlarını dizlerinin arasına almış, bir şeyler karalıyor, dinliyor, heyecanla tartıp biçiyordu, o kadar sessizdi ki her yer, yanına gidersem korkup ürkeceğinden çok korktum.
İnsanın kendine yolculuğu nasıldır bilirim. Bir bir kendini eğelemek, gönlünü eylemek, hayata dair umutlanmak, ışığın içinden ya da karanlığın içinden ışığını yakan insanlar, sen hangisiydin diye sordum. O karanlığın içinden ışığını yakmış özüne kavuşmak istiyordu hissedebiliyordum ve aynı zaman da korkularını da. Ya yapamazsam! Diyordu. İnsan başkaları ile elbette daha kolay yüzleşebilirdi ama söz konusu kendisi olduğun da sözünü, gözünü kaçıracağı yer yine kendisi oluyordu, nereye ve kime kaçabilirdi ya da kaçırabilirdi kendisinden başka.
İçine çektiği sigarası ile konuşuyordu, ilk önce seni bırakmalıyım, beni bu dünya da bağımlı, bağlı yapan şeylerden bir bir sıyrılmalıyım, biri de sensin diyordu sigarasına. Artık sen benimle olmamalısın diye içine çektiği sigarasıyla konuşuyor, iradesini kendisinde yokluyordu. Tam bu sıra da yanına varmaya karar verdim. Ensesinden ona yaklaştım, rüzgârımı hissetmiş olmasına rağmen, korkudan dönüp arkasına bakamıyordu, az ilerleyip yanına vardım, tam da elini tuttuğu sigarasında külünü bırakmak için tablasına yaklaştığı vakitte, o sıra da ona baktım tam da gözlerinin en derinine, şaşılacak bir şekilde o da gözlerini gözlerimden ayırmadı.
Hoş geldin dedi, ne iyi ettin, yalnızlığıma paydaş oldun, dost oldun.
Dinledim ve selamını aldım.
Sanki beni yıllardan beridir tanıyormuşçasına sohbete koyuldu. Biliyor musun dedi, ben bu sigarayı çok bırakmak istiyorum sende benim için dua eder misin diye dua istedi benden. Biliyorum dedim içimden, biliyorum ne kadar da kabuklarından sıyrılmak istediğini, özüne doğru ışığına doğru gitmeyi ne çok istediğini biliyorum o yüzden sana bir umut, cesaret vermeye geldim. Kalbinin ritimleri rotamı sana çevirdi dedimse de ancak beni anlayabildiğinden emin değildim, gecenin üçünde orada olmama anlam veremese de, sadece gözlerine baktığım da sanırım beni hissedebildiğini anlıyordum.
Ertesi gün, diğer gün derken her gün onu ziyaret ettim, her seferin de beni çok güzel ağırladı, çoğu zaman o konuşuyor ben dinliyordum bazen de konuşmaz beni inceler neden onu ziyaret ettiğimi anlamaya çalışırdı. İsmim öyle bir ün yapmıştı ki ismimden dolayı her ziyaretine gittiğim de çocuklar gibi şenleniyor, çığlıklarla beni karşıladığı zamanlar oluyordu.
Ziyaret ettiğim zamanlarda fark ettim ki artık balkonuna çok çıkmıyor, sigara kullanmıyordu, duam için ve duası için şükrettim.
Çünkü yerine misvak kadar anlamlı ve faydalı bir çubuk geçmişti eline ve ona sadece bir çubuk denilebilirse, yolunun kesiştiği bir zaman yolcusunun ona tavsiyesiydi ve görev gibi elinden bırakmıyordu. Elinde onu gördüğüm de çok heyecanlandım. Aşk’ın hatırasıydı, unutulmaması gereken ancak unutulan, seher yelinin müjdesi gibi kalbim esinlenmişti.
Nasıl da özlemiştim, misvakın asıl sahibini. Belki bir bülbül değildim ama ona âşık olmakta bülbül kadar kokusunun müdavini idim. Ah dedim, özlem, aşk… Şimdi dedim sen misin misafir O mu?
Ev sahipliği yaptım ona dünyanın gelmiş geçmiş en eski de kalmış aşkın ateşinin tohumunu yüreğine serpmek istedim. Alevlenmeden köz olunmazdı, alevlenmeden pişemezdi insan ve bir kül olup hiçliğe, kendisideki öz’üne başka türlü varamazdı.
Gel gör beni aşk Ney’ledi… Ney gibi içini ince ince oymak, bağlılıklardan, bağımlılıklardan, kötü ya da yanlış giden huylardan boşaltmak, eğrilerini yontmak. Boş olduğun da hiç olurdu insan, bir hiç olabildiğin de ise sesini şifaya, yüzünü ışığa çevirirdi tıpkı bir miski amber gibi yanar, ışığını saçardı etrafına…
Yine bir gün ziyaretine vardığım da balkonunda pembe pembe açmış, tomurcuklanmış gülleri gördüğüm de, sanırım o da benim kalp ritimlerimi duyuyor sandım. Belki bir bülbül değilim lafzımı duşmuşçasına kondurmuştu evinin köşesine güllerini. Dost dedi dost getirdi bana bunları bunlardan güzel hediye mi olur diye anlattı. Gönül’ den akan dostun hediyesiymiş meğer. Evet belki bir bülbül değildim ama saklandığı mağarasının bekçisi olan bir güvercin idim, bununla şereflenmiş bir can idim.
İnsan’dı unutan, adı unutandı. Yerler, gökler, kuşlar, böcekler, taşlar, topraklar ve insanlar her yer onun nuruyla nurlanmıştı… Nur olmak, ışık olmak yolun da olmak, asıl mesele yolcu olmaktı ve yol da olmaktı ve böylesi yolculuk ne güzel yolculuktu.
2 comments
Kaleminize sağlık ❤️👍🙏
Teşekkür ederim…